UDİ MÜŞTAK

YAZARLARIMIZ

ZUHRE BORA
MEVHIBE ENGIN SOLAK
M.NECATI GUNGÖR

1908 – 1914 ERZURUMDAKİ ERMENİLER

 ZÜHRE İSMAİLHAKKIOĞLU BORA

GİRİŞ Anadolu’nun bu günkü etnik karakteri 1071 Malazgirt Savaşıyla başlayan Türklerin Anadolu’yu fetihleriyle oluşmuştur. Bu fetihler ile Ortodoks Hıristiyan nüfusun yerini Müslüman nüfus almaya başlamıştır. Türk idarecilerindeki gayret Anadolu’daki Müslüman nüfusu güçlendirmiştir. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında gayrimüslimlere ve özellikle Ermenilere adalet ve hoşgörü ile muamele edilmiştir. Bu dönemlerde Anadolu’da yaşayan topluluklar içinde Türkler sayıca en fazla olmaları yönünden Anadolu’ya hâkim olmuşlar, diğer topluluklar ise bu hâkimiyeti tanıyarak asırlarca birlikte barış içinde yaşamışlardır. Aynı şekilde Ermeniler[1] de asırlarca Türk yönetiminde sadık yaşamışlardır. Ermenilerin çoğunluğu Doğu Anadolu bölgesinde yoğunlaşmıştır. Doğu Anadolu, 1157 tarihine kadar Büyük Selçukluların, 1194’e kadar İran Selçuklularının, sonrasında Harzemşahların ve İlhanlıların, 1334 senesinde Celayirlilerin, 1383’te Timur’un, sonra Karakoyunluların, Akkoyunluların, Safavilerin, en nihayetinde 1514 Çaldıran Zaferi ile Osmanlı Devleti’nin eline geçmiştir[2]. Osmanlı Devleti Türk kökenli ve İslamî yapıya sahip olmasının yanı sıra Anadolu’da kendinden önce kurulan Türk Devletleri gibi gayri Müslim unsurları bünyesinde barındıran bir devletti. Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yıllarında ‘Osman Bey, Ermenilerin Bizans’ın zulmünden korunmaları için Anadolu’da ayrı bir toplum olarak örgütlenmesine izin vermiş ve Batı Anadolu’daki ilk ermeni dini merkezi Kütahya’da kurulmuştur’[3]. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra 1461 tarihinde Samatya’daki Sulu Manastır (Surp Kevork)’da Ermeni Patrikhanesi’ni tesis ederek Hovakim’i patrik ilan etmiştir [4]. Osmanlı Tarihi, Ermenilerden 29 Paşa, 22 Bakan, 33 Milletvekili, 7 Büyükelçi, 11 Başkonsolos[5] ve konsolos, 11 Üniversite öğretim görevlisi ve 41 yüksek rütbeli memur kaydetmektedir. Ermenilerin yapmış olduğu bakanlıklar arasında Dışişleri, Maliye, Ticaret ve Posta bakanlıkları gibi son derece önemli ve kilit mevkiler olmuştur. XIX. yüzyıl sonlarına kadar barış ve güven içerisinde yaşamışlar, Osmanlı yönetimi ile ilgili herhangi bir şikâyetle karşılaşmamışlardır[6]. 1801 yılında Ankara’da meydana gelen bir hadise Türkler ile Ermenilerin ilişkilerini açıklaması açısından dikkat çekicidir. Ankara terzi esnafından Müslüman ustalarla, Ermeni ustalar mahkemeye başvurarak şeyhlerinin olmadığını bundan dolayı işlerinin aksadığını bu nedenle işlerini yürütmeye kadir, terzilik ve sanatta mahir, iffet sahibi doğruluğu ile bilinen seyyid İsmail oğlu Hacı İbrahim’in terzilere şeyh olarak atanmasını istemişlerdir[7]. Bu durum o dönemde Türk- Ermeni ilişkilerini ve iki toplumun dayanışmasını açıklamakta, iki toplumun aralarında herhangi bir mesele olmadığını göstermektedir. 1828–1829 Osmanlı Rus Savaşında Ermeniler ile Osmanlı Devleti arasında kopukluklar başladı. Bir kısım Ermeni Hıristiyan koruyucu olarak Rusların yanında yer aldı. Kars ve Erzurum harekâtında Ruslar kurtarıcı olarak karşılandı. Rus Komutanı Paskeviç ile Puşkin Erzurum’a girdikleri esnada karşılayıcılar arasında Ermeni topluluğu görmüştü. Bu konuda Puşkin “…Ermeniler dar sokaklarda toplanmışlar, gürültü ediyorlardı. Ermeni çocukları atlarımızın önünde haç çıkararak, koşarak bağırıyorlardı. Hıristiyan hıristiyan diye kendilerini belli etmekte idiler” diye yazmaktadır. Bu dönem ilk olarak Türk-Ermeni ilişkilerinde kopmanın başlangıcı olarak kabul edilmektedir[8]. XVIII. yüzyılda vuku’ bulan Fransız İhtilali akabinde yayılan milliyetçilik düşüncesi birçok, çok uluslu devleti etkilediği gibi Osmanlı Devleti’ni de etkilemiştir. Bu etkilenmenin de tesiriyle 1839 Tanzimat Fermanı ile gayrimüslim halka bir takım imtiyazlar verilmiştir. Buna en büyük örnek ‘Bütün Osmanlılar kanun önünde eşittir. Hangi din ve mezhebe ait olursa olsunlar, herkes Osmanlı tebaası sayılacaktır’ maddesidir. Tanzimat Fermanı reformları ile Ermeniler tüm hak ve imtiyazlardan faydalanırken, bu reformların uygulanmasında devletin yardımcısı durumuna gelmişlerdir. 1830 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşmasından sonra Osmanlı Devleti’nin diplomasi ve ticaret alanında Rumların yürüttüğü faaliyetleri Ermenilere tevdi ettiği görülmüştür. Bu anlamda 1843 yılında Ermeni tebaasından Düzoğlu Agop Çelebi’nin Darphane Müdürlüğüne getirilmiştir[9]. Sebebi ‘Türk toplumu ve aydını Avrupai reformlara hazır değildi ve reformların uygulanmasında işe yarayacak bilgi, tecrübeli ve dil bilen bir kadro yoktu. Bu nedenle Osmanlı yöneticileri yabancılara ve gayri Müslimlere başvurmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti’nin Rumlara itimadı ve emniyeti sarsılmış idi. Bu nedenle Ermeni toplumunun yardımını uygun buldu’[10]. Bu yardımla Ermeniler sadakatlerinden ve hizmetlerinden ötürü ‘millet-i sadıka’ olarak o dönemlerde anılmaya başlanmıştır. Tüccarlık, bankacılık, kuyumculuk, zanaatkârlık işleriyle meşgul olmuşlardır. Ermeniler, 1856 Islahat Fermanı’ndan faydalanarak teşkilatlanmışlardır. Okullar açmışlar, gazete ve dergi çıkarmışlardır. Ermeniler lehine yaşanan en büyük gelişme, 18 Mart 1863 tarihinde Ermeni Milleti Nizamnamesi’nin[11] yürürlüğe konulmuş olmasıdır[12]. İzmir'deki İngiliz Konsolosu Charles Blunt, 28 Temmuz 1860 tarihli günlük raporunda,"... Vilâyetin genel durumu, günden güne iyiye gitmektedir. Ancak bu iyileşme, genellikle Hıristiyanların yararına oluyor. Hıristiyanlar, Türklerin varını yoğunu satın alıyorlar. Elden çıkarılan Türk topraklarının alıcıları her zaman ya Ermenilerdir, ya da Rumlar." Trabzon'daki İngiliz Konsolosu Palgrave şöyle devam ediyor: "Türkiye'deki Hıristiyanların Müslümanlara kıyasla refah içinde olmalarını, onların daha enerjik, daha çalışkan ve daha erdemli olmalarına yormak yanlıştır. Gerçek şu ki, çalışkanlık, doğruluk, namus ve dürüst iş çıkarma bakımından Müslümanlar, Rum ve Ermeni hemşerilerinden bir gömlek üstündürler. Ama ne var ki, Müslümanlar muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler. Hıristiyanlar ise Osmanlı İmparatorluğundaki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sürekli olarak zenginleşmişlerdir[13]. Bu ifadeler gösteriyor ki Hıristiyan unsur Osmanlı Devleti içerisinde son derece iyi konumdadır. Islahat Fermanı fazlasıyla özgür ortam sağlamıştır. Yine Islahat Fermanı döneminde Ermeniler, Türklerin tarlasını, bozulan çiftini çubuğunu satın almışlardır. Osmanlı Ermeni’si köyde ağa, kasabada eşraf, şehirde zengin işadamı olmuştur. Başkentte paşa oluyordu artık. Türk köylüsünün korkulu rüyası o mültezimlerin, o götürü vergi toplayanların çoğu Ermenidir, Rumdur. Osmanlı Ermeni’si, ezilmek şöyle dursun, korunmuş, kayrılmış ve şımartılmıştır. Emperyalizm bütün dünyayı sardığında emperyalist devletler Osmanlı Devleti’ne hasta adam nazarıyla bakıyorlardı. Ermeniler üzerinde ayrılık tohumlarını eken de Rusya olmuştu. ‘ Rusya’nın Ermenileri kendi tarafına çekmelerinde sınır bölgesinde yer almaları ve Rus konsolosunun burada bulunmuş olmasıydı’[14]. Ermeniler de Ruslara karşı boş değildi. Sebebi dini faktörlerdi. Ermeni din adamlarının Rusya’ya sempatileri Ermeni dini merkezlerinden Eçmiyazin Katolikosluğunun[15] Rus sınırında bulunmasından kaynaklanıyordu. 1877–1878 Osmanlı- Rus Savaşı’ndan sonra Ermenilerin Osmanlı Devleti içindeki seyri değişti. Uygulanmamış olsa da Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesi ile Berlin Antlaşması’nın 61. maddeleri Osmanlı Ermenilerine aitti. Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi şöyle idi. “Bab-ıali, Ermenilerin yaşadığı eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformları geciktirmeden yapmayı, Çerkez ve Kürtlere karşı Ermenilerin huzur ve [1] Ermeniler, Hind-Avrupa yani Arî ırkına sahip bir kavimdir. Dilleri de Hind Avrupa dil ailesine dâhildir. Trak ve Balkan kökenli Hayk kavminin M.Ö. 6. yüzyılda Anadolu üzerinden Ermenistan bölgesine geldiği ve daha sonraları kendilerine bölgenin adına izafeten Ermeni dendiği pek çok kaynakça tarafından kabul edilmektedir. Ermenistan’la kastedilen Ağrı Dağı çevresidir. Bayram Kodaman, Ermeni Macerası, Süleyman Demirel Üniversitesi Yayınları(no:12), Isparta: 2001, s. 35. 1908 – 1914 YILLARI ARASINDA ERZURUM’DAKİ ERMENİLER Zühr e İSMAİLHAKKIOĞLU Anadolu’nun bu günkü etnik karakteri 1071 Malazgirt Savaşıyla başlayan Türklerin Anadolu’yu fetihleriyle oluşmuştur. Bu fetihler ile Ortodoks Hıristiyan nüfusun yerini Müslüman nüfus almaya başlamıştır. Türk idarecilerindeki gayret Anadolu’daki Müslüman nüfusu güçlendirmiştir. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında gayrimüslimlere ve özellikle Ermenilere adalet ve hoşgörü ile muamele edilmiştir. Bu dönemlerde Anadolu’da yaşayan topluluklar içinde Türkler sayıca en fazla olmaları yönünden Anadolu’ya hâkim olmuşlar, diğer topluluklar ise bu hâkimiyeti tanıyarak asırlarca birlikte barış içinde yaşamışlardır. Aynı şekilde Ermeniler 1 de asırlarca Türk yönetiminde sadık yaşamışlardır. Ermenilerin çoğunluğu Doğu Anadolu bölgesinde yoğunlaşmıştır. Doğu Anadolu, 1157 tarihine kadar Büyük Selçukluların, 1194’e kadar İran Selçuklularının, sonrasında Harzemşahların ve İlhanlıların, 1334 senesinde Celayirlilerin, 1383’te Timur’un, sonra Karakoyunluların, Akkoyunluların, Safavilerin, en nihayetinde 1514 Çaldıran Zaferi ile Osmanlı Devleti’nin eline geçmiştir 2 . Osmanlı Devleti Türk kökenli ve İslamî yapıya sahip olmasının yanı sıra Anadolu’da kendinden önce kurulan Türk Devletleri gibi gayri Müslim unsurları bünyesinde barındıran bir devletti. Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yıllarında ‘Osman Bey, Ermenilerin Bizans’ın zulmünden korunmaları için Anadolu’da ayrı bir toplum olarak örgütlenmesine izin vermiş ve Batı Anadolu’daki ilk ermeni dini merkezi Kütahya’da kurulmuştur’ 3 . Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra 1461 tarihinde Samatya’daki Sulu Manastır (Surp Kevork)’da Ermeni Patrikhanesi’ni tesis ederek Osmanlı Tarihi, Ermenilerden 29 Paşa, 22 Bakan, 33 Milletvekili, 7 Büyükelçi, 11 Başkonsolos 5 ve konsolos, 11 Üniversite öğretim görevlisi ve 41 yüksek rütbeli memur kaydetmektedir. Ermenilerin yapmış olduğu bakanlıklar arasında Dışişleri, Maliye, Ticaret ve Posta bakanlıkları gibi son derece önemli ve kilit mevkiler olmuştur. XIX. yüzyıl sonlarına kadar barış ve güven içerisinde yaşamışlar, Osmanlı yönetimi ile ilgili herhangi bir şikâyetle karşılaşmamışlardır 6 . 1801 yılında Ankara’da meydana gelen bir hadise Türkler ile Ermenilerin ilişkilerini açıklaması açısından dikkat çekicidir. Ankara terzi esnafından Müslüman ustalarla, Ermeni ustalar mahkemeye başvurarak şeyhlerinin olmadığını bundan dolayı işlerinin aksadığını bu nedenle işlerini yürütmeye kadir, terzilik ve sanatta mahir, iffet sahib idoğruluğu ile bilinen seyyid İsmail oğlu Hacı İbrahim’in terzilere şeyh olarak atanmasını istemişlerdir 7 . Bu durum o dönemde Türk­ Ermeni ilişkilerini ve iki toplumun dayanışmasını açıklamakta, iki toplumun aralarında herhangi bir mesele olmadığını göstermektedir. 1828–1829 Osmanlı Rus Savaşında Ermeniler ile Osmanlı Devleti arasında kopukluklar başladı. Bir kısım Ermeni Hıristiyan koruyucu olarak Rusların yanında yer aldı. Kars ve Erzurum harekâtında Ruslar kurtarıcı olarak karşılandı. Rus Komutanı Paskeviç ile Puşkin Erzurum’a girdikleri esnada karşılayıcılar arasında Ermeni topluluğu görmüştü. Bu konuda Puşkin “…Ermeniler dar sokaklarda toplanmışlar, gürültü ediyorlardı. Ermeni çocukları atlarımızın önünde haç çıkararak, koşarak bağırıyorlardı. Hıristiyan hıristiyan diye kendilerini belli etmekte idiler” diye yazmaktadır. Bu dönem ilk olarak Türk­Ermeni ilişkilerinde kopmanın başlangıcı olarak kabul edilmektedir 8 . XVIII. yüzyılda vuku’ bulan Fransız İhtilali akabinde yayılan milliyetçilik düşüncesi birçok, çok uluslu devleti etkilediği gibi Osmanlı Devleti’ni de etkilemiştir. Bu etkilenmenin de tesiriyle 1839 Tanzimat Fermanı ile gayrimüslim halka bir takım imtiyazlar verilmiştir. Buna en büyük örnek ‘Bütün Osmanlılar kanun önünde eşittir. Hangi din ve mezhebe ait olursa olsunlar, herkes Osmanlı tebaası sayılacaktır’ maddesidir. Tanzimat Fermanı reformları ile Ermeniler tüm hak ve imtiyazlardan faydalanırken, bu reformların uygulanmasında devletin yardımcısı durumuna gelmişlerdir. 1830 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşmasından sonra Osmanlı Devleti’nin diplomasi ve ticaret alanında Rumların yürüttüğü faaliyetleri Ermenilere tevdi ettiği görülmüştür. Bu anlamda 1843 yılında Ermeni tebaasından Düzoğlu Agop Çelebi’nin Darphane Müdürlüğüne getirilmiştir 9 . Sebebi ‘Türk toplumu ve aydını Avrupai reformlara hazır değildi ve reformların uygulanmasında işe yarayacak bilgi, tecrübeli ve dil bilen bir kadro yoktu. Bu nedenle Osmanlı yöneticileri yabancılara ve gayri Müslimlere başvurmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti’nin Rumlara itimadı ve emniyeti sarsılmış idi. Bu nedenle Ermeni toplumunun yardımını uygun buldu’ 10 . Bu yardımla Ermeniler sadakatlerinden ve hizmetlerinden ötürü ‘millet­i sâdıka’ olarak o dönemlerde anılmaya başlanmıştır. Tüccarlık, bankacılık, kuyumculuk, zanaatkârlık işleriyle meşgul olmuşlardır. Ermeniler, 1856 Islahat Fermanı’ndan faydalanarak teşkilatlanmışlardır. Okullar açmışlar, gazete ve dergi çıkarmışlardır. Ermeniler lehine yaşanan en büyük gelişme, 18 Mart 1863 tarihinde Ermeni Milleti Nizamnamesi’nin yürürlüğe konulmuş olmasıdır İzmir'deki İngiliz Konsolosu Charles Blunt, 28 Temmuz 1860 tarihli günlük raporunda,"... Vilâyetin genel durumu, günden güne iyiye gitmektedir. Ancak bu iyileşme, genellikle Hıristiyanların yararına oluyor. Hıristiyanlar, Türklerin varını yoğunu satın alıyorlar. Elden çıkarılan Türk topraklarının alıcıları her zaman ya Ermenilerdir, ya da Rumlar." Trabzon'daki İngiliz Konsolosu Palgrave şöyle devamediyor: "Türkiye'deki Hıristiyanların Müslümanlara kıyasla refah içinde olmalarını, onların daha enerjik, daha çalışkan ve daha erdemli olmalarına yormak yanlıştır. Gerçek şu ki, çalışkanlık, doğruluk, namus ve dürüst iş çıkarma bakımından Müslümanlar, Rum ve Ermeni hemşerilerinden bir gömlek üstündürler. Ama ne var ki, Müslümanlar muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler. Hıristiyanlar ise Osmanlı İmparatorluğundaki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sürekli olarak zenginleşmişlerdir 13 . Bu ifadeler gösteriyor ki Hıristiyan unsur Osmanlı Devleti içerisinde son derece iyi konumdadır. Islahat Fermanı fazlasıyla özgür ortam sağlamıştır. Yine Islahat Fermanı döneminde Ermeniler, Türklerin tarlasını, bozulan çiftini çubuğunu satın almışlardır. Osmanlı Ermeni’si köyde ağa, kasabada eşraf, şehirde zengin işadamı olmuştur. Başkentte paşa oluyordu artık. Türk köylüsünün korkulu rüyası o mültezimlerin, o götürü vergi toplayanların çoğu Ermenidir, Rumdur. Osmanlı Ermeni’si, ezilmek şöyle dursun, korunmuş, kayrılmış ve şımartılmıştır. Emperyalizm bütün dünyayı sardığında emperyalist devletler Osmanlı Devleti’ne hasta adam nazarıyla bakıyorlardı. Ermeniler üzerinde ayrılık tohumlarını eken de Rusya olmuştu. ‘ Rusya’nın Ermenileri kendi tarafına çekmelerinde sınır bölgesinde yeralmaları ve Rus konsolosunun burada bulunmuş olmasıydı’ Ermeniler de Ruslara karşı boş değildi. Sebebi dini faktörlerdi. Ermeni din adamlarının Rusya’ya sempatileri Ermeni dini merkezlerinden Eçmiyazin Katolikosluğunun Rus sınırında bulunmasından kaynaklanıyordu. 1877–1878 Osmanlı­ Rus Savaşı’ndan sonra Ermenilerin Osmanlı Devleti içindeki seyri değişti. Uygulanmamış olsa da Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesi ile Berlin Antlaşması’nın 61. maddeleri Osmanlı Ermenilerine aitti. Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi şöyle idi. “Bab­ıali, Ermenilerin yaşadığı eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformları geciktirmeden yapmayı, Çerkez ve Kürtlere karşı Ermenilerin huzur ve güvenliğini sağlamayı yükümlenir. Bu hususta alınacak önlemleri (büyük) devletlere bildirecektir ve devletler de alınan önlemlerin uygulanmasını gözetleyecektir.” 16 Maddeden de anlaşılacağı üzere Osmanlı devleti büyük bir sıkıntı ile karşı karşıyadır. Islahat istemi ve bunun büyük devletlere bildirimi Osmanlı Devleti’ni zor duruma sokacaktır. Ermeniler vakit kaybetmeden teşkilatlanmaya başladılar. Ülkenin çeşitli yerlerinde cemiyetler kurdular ve bu cemiyetlerden özellikle üçü daha sonra birleştiler. Cemiyetlerden ilki Vartanyan Cemiyetiydi. Bu cemiyet daha sonra adını Kilikya Cemiyeti olarak değiştirdi. İkinci cemiyet Doğu Okulseverler Cemiyeti’dir. Muş’ta bir okul açtılar. Üçüncüsü ve en aktif olanı da Araradyan Cemiyeti’dir. Bu cemiyet faaliyet alanı olarak Van­Vaspuragan Bölgesini seçti. Daha sonra bu üç cemiyet 1880’de birleşip ‘Ermeni Birleşik Cemiyetleri’ adını aldı Cemiyetlerin görünen amacı; Ermenilerin yaşadığı yerlerde eğitim müesseseleri açarak gençleri aydınlatmak, ayrıca yurtlar, yetimhaneler, hastaneler, spor tesisleri açarak Ermeni cemaatinin bedeni kültürel ve iktisadi kalkınmasını ve yardımlaşmasını sağlamaktı








MEHMET NECATI GÜNGÖR
1947 Erzurum doğumlu. Gazeteci-İktisatçı-Yönetici. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu. Kültür Bakanlığı Basın Danışmanı, Başbakanlık Müşaviri, Petrol Ofisi A.Ş., Kıbrıs Türk Petrolleri Ltd. yönetim kurulu üyesi, Başbakanlık İdareyi Geliştirme Başkanı, Cumhurbaşkanlığı Halkla İlişkiler Başkanı, Cumhurbaşkanlığı Danışmanı, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı. (Bu görevden emekli) Halen Ortak Değerler Derneği Genel Sekreteri olarak STK alanında çalışmalar yapıyor. İnternet ortamında Türkiye'nin ilk mektup gazetesi ÇIĞLIK'ı yayımlıyor. http//ciglikgazetesi.blogstpot.com.

NEREDE O “ŞANLI MUHALEFET?”
Mehmet Necati GÜNGÖR
“İktidar, her rejimde var. Rejimi demokratik yapan muhalefettir.”
Bu sözler, ülkemizin yaşayan siyasi efsanesi Demirel’e aittir.
Muhalefetin ne kadar önemli bir görev olduğunu “şanlı muhalefet” sözcüğü ile O anlatmıştı.
1977 seçim yenilgisinden sonra basının önüne çıktığında ilk sözü: “Millet bize muhalefet görevini verdi” demek oldu.
Sonra parti grubuna geldi, uzun bir konuşmanın sonunda muhalefet yapmanın da bir görev olduğunu hatırlattıktan sonra “şanlı bir muhalefet yapacağız. Sesi Hint’ten, Yemen’den duyulacak!” dedi.
Nitekim, öyle oldu.
Müthiş bir muhalefet yaptı.
Ecevit iktidarını, dut ağacını sallar gibi salladı.
O günün olağanüstü şartları da buna yardımcı oluyordu. Petrol yok, yağ yok, sigara yok, ampul yok! Üstelik terör var, kan akmaya devam ediyor.
1979’un zor günlerini yaşayan halka “bunlar üç koyunu bile güdemezler, merak etmeyin biz yeniden iktidar olur, bu sıkıntıları yüz günde aşarız!” diyerek moral verdi.
1979’da Trakya’da 5 milletvekilliği için ara seçim yapılıyordu. “Bej, bej, bej..” tezahüratları eşliğinde beş milletvekilliğinin beşini de aldı.
Ecevit, onurlu bir siyasetçiydi. Mecliste çoğunluğu kaybetmemişti ama, ara seçim sonuçlarını itibar kaybı saydı ve hemen istifa etti.
İktidar el değiştirmişti.
Demirel, azınlık hükümeti kurdu, yüz gün içinde bütün “yok”ları “var” a çevirdi.
Ancak, terör bütün hızıyla devam ediyordu. Cumhurbaşkanı seçilemiyordu.
12 Eylül günü Ordu yönetime el koydu; iktidar da, muhalefet de bitti.
O günün iktidarıyla muhalefet anlaşıp, en azından Cumhurbaşkanını seçebilmiş olsaydı belki 12 Eylül olmayacaktı. Belki terörle başa çıkacak tedbirler de alınabilirdi. Olmadı.
Çekişmenin sonu, çekişenlerin tasfiyesiyle son buldu.
Gelelim günümüze:
Ülkede bir iktidar var. Milletten yüzde 50’ye yakın oy almış. Meşru bir iktidar. Kimilerine göre çok başarılı, kimilerine göre başarısız. Hatta, ülkeyi uçurumun kenarına sürüklüyor. Halkın yüzde 49’u bu iktidarı başarılı bulurken, yüzde 51’i karşısında. Ama, dağınık bir yapı.
Anlayacağınız, blok bir muhalefet yok. Dolayısıyla, iktidar alternatifi olabilecek bir muhalefet de henüz ufukta gözükmüyor.
Bunun sebebi, muhalefet patilerinin liderlerinin yetersizliğidir.
Halkın sorunlarını, ülkenin gidişatını etkili bir dille ifade edemiyorlar. Yetmemiş gibi, kendi iç çekişmelerinden kurtulup, buna vakit de ayıramıyorlar.
CHP kendi ideolojisini bırakmış; “Kürtlerden ve dindarlardan nasıl oy alabilirim”in hesaplarını yapıyor. Bu yüzden de çelişkiler içinde gidip geliyor.
Kılıçdaroğlu düzgün bir insan ama, liderliğini yeterli bulmayanlar var.
“CHP bu gidişle önümüzdeki seçimlerde yine nal toplar” düşüncesi başta bir kısım CHP’liler olmak üzere siyasetten anlayan pek çok kişinin ortak kanaati.
MHP deseniz başka bir alem. Bahçeli bu partinin başında kaldığı sürece ondan da hayır yok!
Ülkede kan gövdeyi götürüyor, güneydoğuda birileri özerklik ilan etmiş, ülke bölünme noktasına gelmiş; her gün yeni bir şehit haberiyle sarsılıyoruz; dış güçlerin itelemesi veya pohpohlamasıyla Suriye’yle savaşın eşiğine gelmişiz; bu beylerin uğraştıkları şeylere bakın.
CHP, üst yönetimini değiştiriyor, MHP lideri Bahçeli ise yanına çağırdığı parti teşkilatlarını paylıyor.
“Benimle değilseniz buyurun dışarı!” tehditleriyle önündeki kongreyi de almanın ebcet hesabını yapıyor.
Yumurtladığı son cevher ise şu: “52 milletvekilinin tamamı da gitse ben buradayım!”
Merkez sağın köklü partisi DP’nin ise esamisi okunmuyor. Zeybek, atın etini yemiş, üstüne kımız içmeye devam ediyor. Binde 6’lık bir partinin genel başkanı olarak kalmayı nasıl içine sindirebiliyor, anlamak güç!
Son söz: Böyle bir muhalefetle AKP değil 2023’ü, 2053’ü de göğüsler.
Tabii, o zamana kadar devlet diye bir kurum kalmışsa…
Neredesin, ey şanlı muhalefet!
NOT: Hiçbir parti ile organik bağım yok. Ben halâ Adalet Partiliyim. Merak edenlere duyurulur.
(Bu arada o günün diğer muhalefet liderleri Erbakan ve Türkeş’in haklarını yemeyelim. Onlar da etkili muhalefet yapan liderlerdi. AKP, Erbakan’ın muhalefeti sayesinde bu gün iktidar!)



VAZGEÇİN ŞU SURİYE SEVDASINDAN!

Suriye meselesi, iki ucu çamurlu bir değnek.
Neresinden tutarsanız tutun, çamur elinize bulaşıyor.
Her yönüyle sorunlu.
Siz oradaki muhalefeti desteklerseniz, o da sizin içinizdeki teröre destek verir. Nitekim, geçmişte bu desteğinden dolayı savaşla burun buruna gelmiştik.
İçinize 100 bin sığınmacı almışsınız, onları doyurmak ayrı bir sorun. Bütçeniz açık vermiş, vergi üstüne vergi koyarak bu açığı kapatmaya çalışıyorsunuz. Bir de bunları doyurmak için bütçe. Bunu halkınıza anlatamazsınız. Pahalılıktan canı yanan insanlar size hep bu yüz bin kişiyi soracaklar ve öfkelerine öfke katacaklardır.
Öte yandan, iki ülke size meydan okuyor. Rusya ve İran. Diyorlar ki; Suriye bizim yakın ilgi ve koruma alanımızdadır. Siz, Amerika’nın aklına uyup Suriye’ye müdahale ederseniz, biz de gereğini yaparız.
Bu günkü Aydınlık gazetesinde var. (22 Ekim 2012)
Putin’le Erdoğan arasındaki telefon görüşmesini vermiş bütün detaylarıyla.
Putin demiş ki: “Suriye’ye tek bir Türk askeri girerse bunu Moskova’ya girmiş addederim.”
Buna karşılık Erdoğan da “Bu bir tehdittir, kabul edilemez.” demiş.
Putin adeta meydan okumuş: “Nasıl kabul ederseniz..”
İlişkiler bu kadar gerilmişken, “Şam fatihi” ünvanını alma çabanızın nelere mal olacağını bir düşünün isterseniz.
Türkiye, Atatürk’ten bu yana “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibiyle yaşadı ve hiçbir ülkeden hiçbir şekilde zarar görmedi. Başka ülkelerin içişlerine karışmama ilkesiyle hareket etti. Komşularıyla arasının iyi olmadığı dönemler de oldu; ama akılcı diplomasi ile işin içinden kazasız belasız çıkmayı başarabildi.
Büyük Atatürk demiştir ki: “Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.”
Bu sözleri, bütün rütbelerini savaş alanlarında dövüşe dövüşe; toz, duman ve kan deryası içinde alan bir asker olarak söylüyor.
O, aynı zamanda büyük bir devlet adamı. Başka bir konuşmasında da diyor ki:den başarı ile çıkmkesiyle hareket etti. Komşularıyla arasının iyi olm
“İnsanları mutlu edeceğim diye, onları birbirlerine boğazlatmak insanlık dışı ve çok ayıplanacak bir sistemdir. İnsanları mutlu kılacak biricik araç; onları birbirlerine yaklaştırmak, onları birbirine sevdirmek, karşılıklı iç ve dış ihtiyaçlarını sağlamaya yarayan, fiil ve enerjidir. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalması ile olabilir.”
Atatürk’e göre savaş: “ne bir Tanrı belasıdır ne insanlık için fazilettir ne bir tekâmüldür ne de cennet karşılığıdır.”
“Savaş mecburî ve hayat için olmalıdır.”
“Millet hayatı tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir”
Adını silmeğe uğraşacağınıza öğütlerini dinleyin.
“Şam fatihi olayım” derken,
Elinizdeki son vatan toprağını tehlikeye atmayın.
Kendi işinize bakın.
Güzel işler de yapıyorsunuz.
Bakın; Haliç’in suyunu temizliyorsunuz.
Bari, içinizdeki tortuları da temizleyin!

mehmet necati güngör

VATAN HAINLIGINDE YEBI KRITER
“Arabesk dinleyen vatan hainidir!” Vatan hainliğinde yeni kriterimiz bu!
Fazıl Say kardeşimiz böyle belirlemiş… Ara sıra gerekli-gereksiz “say”dırıyor ama, kabul etmek gerekir ki O, gerçek bir virtiüz.
Piyanonun tuşlarıyla notaları konuşturmuyor, adeta seviştiriyor.
Her dokunuşu, dünyanın her tarafında alkışlar alan bir sanatçı.
Yeteneğini kabullenmemek sanata haksızlık olur.
Fazıl Say gibi bir müzik adamımız olduğu için ben de gurur duyuyorum.
****
Sanatçıları oldum olasıya severim.
Rafine insarlardır. Damıtılmış şahsiyetlerdir.
Duygusal bir iklimde yaşar, eserlerini bu iklimde oluştururlar.
Nefretten değil, sevgiden beslenirler. Plastik sanatlardan, görsel ve işitsel sanatlara kadar, Bu yelpaze içinde emek ve eser veren herkese saygımız, sevgimiz var. Tabii ki Fazıl Say’a da.
***
Sivri çıkışları var. Her sanatçı gibi o da aydınlıktan yana.
Karanlığa karşı savaşını bazen “siyasi” argümanlarla yapıyor, bazen rastgele.
Sonunda; “Arabesk müzik dinleyen vatan hainidir” e kadar geldi.
Sadece arabesk müzik dinleyenleri değil, toplumun çoğunluğunu tahkir ediyor, farkında değil. Oysa sanatçı toplumun meyvesidir. Kendi ağacını taşlamaz. O taşlıyor. Kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi olmayan, olamayan herkesi.
***
Arabesk müzik..
İçinde nice acıları, nice sevdaları, nice hüsranları, nice çığlıkları barındıran;
İnsanı derin duygular içerisinde oradan oraya savuran, Gah isyan duygularını kabartan, Gah yüreğine serinlik verip, onu “kuzuların sessizliğine götüren” bir müzik dalı. Ben de severim.
Orhan Gencebay’ı, Ferdi Tayfur’u, Müslim Gürses’i. (Yoğun bakımda olduğunu üzülerek öğrendim, acil şifa diliyorum.)
Onların yanık şarkılarında kendini bulmayan insan sayısı pek azdır diye düşünürüm. Beethoven, Mozart, Chopin, Schumann, Schubert, Brahms, Dvorak ve diğerleri. Bizim toplum onların dilinden anlamaz. Seveni azdır. Dinleyeni, anlıyormuş gibi yaparak dinler. Topluma biraz daha üstten bakanların tercih ettiği müzik dalıdır batı müziği.
Dinlendiricidir; ama bizim insanımız için “Bayburt Bayburt olalı böyle zulum görmedi” dedirten bir müzik dalıdır.
Fıkra malum: Senfoni orkestrası Bayburt’ta konser verir.
Çıkışta insanların birbirlerine söylediği cümledir o. “Bayburt Bayburt olalı…”
Özcan Deniz’in seslendirdiği, Orhan Gencebay’ın “Vazgeç Gönlüm”’ünü kaç kez dinlediğimin sayısını unuttum. Ama, Chopin’i, Beethoven’i, Mozart’ı bir kez olsun, kendi seçimimle dinlediğimi hatırlamıyorum.
Bu benim kusurumsa affetsin Fazıl kardeşim.
Ben de alt kültürün adamıyım. Arabesk’i seviyorum.
Anlayacağın; senin ölçünle ben de vatan hainiyim sevgili Say.
Bu sana yakışmadı!

Mehmet Necati GÜNGÖR

TARİH APTALLAR İÇİN TEKERRÜR EDER...
ADOLF HİTLER ÖNCE KENDİNE BAĞLI SS SUBAYLARINA ALMAN POLİSİ ÜNİFORMALARINDAN GİYDİRDİ VE KENDİ MİLLET MECLİSİNİN BOMBALANMASI TALİMATINI VERDİ... SONRA ALMAN HALKINA BUNU YAPANLARDAN İNTİKAM ALACAĞINI SÖYLEYEREK KENDİNE MUHALİF KİM VARSA KUMPASLARLA YA HAPİSE GÖNDERDİ YA DA İDAM ETTİRDİ... DÜZENLEDİĞİ OPERASYONLAR İLE KENDİNE BİAT ETMEYEN HERKESİ TEMİZLEDİ... HER PROPAGANDA MİTİNGİNDE İSE ŞU CÜMLENİN SÖYLENMESİNİ EMRETTİ ''ADOLF HİTLER TANRININ GÖNDERDİĞİ BİR KURTARICIDIR VE TANRI ALMAN HALKININ YANINDADIR !'' SONRASINDA YAPILAN İLK SEÇİMDE İSE HALKIN %74 OYUNU ALARAK FÜHRER YANİ LİDER İLAN EDİLDİ... TÜM YETKİ TEK BİR KİŞİDE TOPLANDI. İLK İCRAATI AZINLIKTA OLAN CUMHURİYETÇİ VE SOSYALİST BÖLGELERİ ÜLKEDEN TECRİT EDEREK HER TÜRLÜ HİZMETTEN MUAF TUTMAK OLDU. ÜLKEDEKİ BÜTÜN GAZETE, DERGİ VE BASIN YAYIN ORGANLARINI ELİNİN ALTINA ALDI. ÖYLE Kİ 2. DÜNYA SAVAŞINDA RUSLAR BERLİN KAPILARINA DAYANDIĞINDA ALMAN HALKI SAVAŞI KAZANMAK ÜZERE OLDUKLARINI SANIYORDU... VE YENİLİRKEN DAHİ HER MİTİNGLERİNDE MİLYONLARCA İNSAN TOPLANARAK ONA BİAT ETTİKLERİNİ GÖSTERİYORDU... ÖNCEDEN ALMAN HALKININ ''TANRININ ELÇİSİ, BÜYÜK LİDER, BÜYÜK BAŞKAN, BÜYÜK KURTARICI'' GİBİ SLOGANLARLA YERE GÖĞE SIĞDIRAMADIĞI ADOLF HİTLER'İN İNTİHARINDAN BİR AY SONRA TÜM GERÇEKLER GÜN YÜZÜNE ÇIKMAYA BAŞLADI... O ASLINDA SADECE ÇEVRESİNDEKİ SİLAHLI KORUMA ORDUSUNA GÜVENEN, SÖYLEDİĞİ HERŞEYİN YALAN OLDUĞU, KORKAK BASİT BİR RUH HASTASINDAN BAŞKA BİRŞEY DEĞİLDİ... ALMAN HALKI BUNU ÇOK GEÇ ANLADI, HERKES ONA TAPIYORDU AMA GÜN GELDİ HİÇKİMSE BEN OYUMU ONA VERDİM DİYEMEDİ... SAVAŞTAN SONRA TEKRAR BİR MECLİS KURULDU, LAİK BİR CUMHURİYET SİSTEMİNE GEÇİŞ YAPILARAK EGEMENLİK ARTIK TEK BİR KİŞİNİN DEĞİL KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİN OLDU! İŞTE TARİH HER ZAMAN TEKERRÜRDEN İBARETTİR, BU SEBEPTEN DERS ALINMASI GEREKİR... EGEMENLİK TEK BİR KİŞİNİN DEĞİL MİLLETİN OLMALIDIR. Lütfen kopyalayıp paylaşın. Belki bir düşünen okur. Belki okuyan düşünür. (Posta kutuma düşenlerden)

Mehmet Necati GÜNGÖR – Anlatacağım fıkra yarım asırlık kadim dostum ve gençlik arkadaşım Ahmet Çilligöl’e ait. Erzurum’da başlayan arkadaşlığımızın hatıraları unutulmaz Rahmetli babası şeker imalatçısıydı. Kendisi de şeker gibi birinsan oldu.
Makine Mühindesliği okudu. Güzel ahlâkı ve dürüstlüğü sayesinde iş hayatında başarılı tırmanışlar yaptı.
Yurt dışında yaşıyor, bir ülkede otomobil yedek parçaları üretiyor.
Ara sıra telefonla sohbet ediyoruz.
İş hayatının gelgitleriyle ilgili bir Sincap fıkrası anlattı.
Bu fıkra siyasetin gelgitlerine de uyarlanabilir.
Ben de bu maksatla anlatmak istedim:
Hayvanat bahçesinde sincaplara ceviz atarlarmış.
Sincap cevizi çok sevdiği için sağına soluna, ebadına bakmadan yutarmış.
Ancak cevizin kabuğu serttir. Bir türlü kıramaz, içindekini yiyemez Sincap.
Ceviz ağızdan girer ama, tahliye bölgesinden bir türlü çıkmaz.
Sincap zora girer, karnında müthiş bir ağrı oluşur, kıvranır durur.
Sonunda veterinere götürürler.
Ceviz, tahliye mıntıkasından ameliyatla çıkarılabilir ancak.
İyileştikten sonra aynı sincabın önüne yine ceviz atılır.
Sincap akıllanmıştır artık. Cevizi ağzına götürmeden önce kıçına tutar.
Ölçer, biçer ve yutmaktan vazgeçer. Bu fıkradan bir atasözü bile üretilebilir. Akla vurulmadan verilen kararlar, kıç ile ölçülür.
Sonu hüsrandır. Bir ülkede vatandaş önüne konulan tercihleri ölçmeden, biçmeden, düşünmeden kabul veya reddediyorsa sonu sincap deneyinde olduğu gibidir. Biz bu tür insanlara eli alçılı adam deriz.
Eli aklından bağımsız çalıştığı için, yanlış tercihinden dolayı başına gelenlerin suçunu eline yükler. “Elim kırılsaydı” diyen ses onun sesidir.
Elini cezalandırır. Oysa, Yüce Yaratıcı Kur’an-ı Kerim’de 47 küsur yerde “aklınızı işletin” öğüdünü verir.
Sonra da aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağdıracağını söyler.
Sincabın akıllandığı yerde, eli alçılı adamlar akıllanmazsa
Eli kamçılı adamlar zuhur eder.





 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol